Anasayfa
Osmanlıda aile huzurunun kaynağı Osmanlıda aile huzurunun kaynağıSon yıllarda ısrarlı bir şekilde aile dinamitlenmekte. Aileyi yıkmak, parçalamak için ne gerekiyorsa yapılmakta. Aslında aile ile uğraşmak, evi otele çevirmek, bindiği dalı kesmek, toplumun huzurunu bombalamak demektir. Kadının da “eşitlik” adı altında, “Eşitsizliğe” sürüklenmesidir. Bir milletin aile yapısı sağlam ise, devlet yapısı da sağlam ve uzun ömürlü olur. Bunun en güzel örneği Osmanlı toplumudur. Zaman zaman devlet bünyesinde görülen çatlaklar, isyanlar aile sayesinde toplumun geneline sıçramamış ve bu millet en zor dönemlerde bile içinde bulunduğu halden sağlam aile yapısı sayesinde rahatça silkinip ayakları üstünde durmasını bilmiştir. Osmanlıda aile sağlamlığını temin eden başlıca amil, dinimizin bildirdiği şekilde erkek ve kadının yaratılış gayelerine uygun olarak toplumda yerini almış olmasıdır. Erkek, rızkı temin için dış hizmette; hanım ise, aile yuvasını ve nesli muhafazada içerde vazife görmüştür. Bu güzel iş bölümünün bir semeresi olarak da toplumun huzur kaynağı olan: “Büyüklere hürmet ve itaat, küçüklere şefkat ve muhabbet” prensibi teşekkül etmiştir. Osmanlıda, bir ailede; evin reisi sıfatıyla babanın, onun yardımcısı sıfatıyla ananın ve onların gözlerinin nuru olarak da evlatlarının vazifeleri ayrı ayrı ve en mükemmel surette belirlenmiştir. Özellikle çocuklar, ana-babalarına karşı hürmet, itaat ve gerekli hizmetle mükelleftir. Eğer ayrı yerlerde ya da muhtelif şehirlerde yaşıyorlarsa, küçükler için “sıla”, yani ana-babanın olduğu yere gidip onları ziyaret etmeleri ve onların gönüllerini almaları mecburiyeti vardır. İşte bundan dolayı Osmanlı ailesi huzurluydu. Maddi sıkıntılar, geçim darlığı bu huzuru bozamıyordu. Geniş, büyük aile yapısı sevgi ve hürmeti artırıyordu. Osmanlının bu huzurlu aile yapısı yabancı seyyahların da dikkatini çekmiştir: Dr. A. Brayer: “Osmanlı’da çocuklar, yetişip olgunluk yaşına geldikleri zaman ana ve babalarının yanlarında bulunmakla iftihar ederler. Oysa diğer memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez, ana ve babalarından ayrılırlar. Hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları halde onları sefalete yakın bir hayat içinde bırakırlar. Bunlar, ana-babalarına karşı onların kendilerine çok ihtiyaçları olduğu bir devrede adeta yabancılaşırlar. Sevgi saygı diye bir şey kalmaz.” Meşhur Fransız edibi Pierre Loti de şöyle der: “Dünyanın hiçbir evinde, bir erkek hanımına bu derece saygılı ve hayran olamaz! Bu gerçeğin sırrı, Türk evinin, kadını tarafından hazırlanışındadır. Evin sahibesi olan kadının giyinişi, başındaki örtüden ayaklarında bulunan nefis işlemeli kumaşlı terliklere kadar ahenk içindedir. Kadın evine o kadar düşkün, temizliğine o kadar meraklı, kocasının ev hasretini giderecek öylesine bir zeka ve eğitime sahiptir ki, evin erkeği akşam üzeri büyük bir hasretle kapıdan girer. Kadının temizliği maddi planda bir çiçek kadar saftır. Bu madde temizliği kadının ruh temizliğinden gelir. O kadın içki, kumar ve dış dünyayı bilmez. Dış dünyayı bilmeyen Osmanlı kadını, tecessüs illetinden de kurtulmuş olur. Evinde mesut bir hayat yaşar. Kavga gürültü nedir bilmez. Gönlünü Allah’a, kocasına, çocuklarına bağlar. Zihnini fuzuli şeylerden koruduğu için rahat ve huzurludur. Dolayısıyla ahlaklıdır. Böyle olunca yuvasının hürmete şayan, şerefli bir unsuru olur...” (Mehmet Oruç, Türkiye, 08.12.2001) GİRİŞ Aile hukuku, aile yapısının tarih içindeki evrimi, aile ile ilgili konular ; mutfak çocuk eğitimi , yaşlılık ,gençlik düğün ,doğum ölüm gelenekleri toplumları yakından ilgilendirir. Aile yapısının üniversal boyutları vardır ancak ulusal ve bölgesel yönleri ağır basar ve aile,bir kültürel çevreye ait olmayı yansıtan kurumdur.Bizim ülkemizde bu açıdan Akdeniz ve Ortadoğu ülkeleriyle bir kültürel çevre teşkil eder. Aile bir toplumun en muhafazakar, az değişen kurumlarından biridir ve şimdi bu asırda değişmektedir.bu değişme sebebiyle yazar “aile” kurumunun bir tarihçinin araştırmalarında konu olması gerektiğini düşünmektedir.Bu nedenle Osmanlı toplumunda aile yapısı üzerine yazdığı makaleleri yeniden ele alıp düzenlemeyi uygun görmüştür. Yazar kitabında öncelikle Osmanlı ailesinin toplumsal çerçevesini genel hatlarıyla açıklamıştır.Daha sonra Osmanlı hanedanı ailesinin dini ve fiziki ortamları üzerinde durmuştur.Bunların ardından ailenin hukuki temeli ve günlük yaşamı ile ilgili makalelerini bir araya getirmiştir.Son olarak da 19 yy ile birlikte aile yapısında gerçekleşen değişim ve Türkiye’de aile yapısı üzerindeki yansımalara değinerek kitabını sonlandırmıştır. OSMALI AİLESİNİN TOPLUMSAL ÇERÇEVESİ “Osmanlı Ailesi” çok geniş içerikli bir kavramdır.Bu kavramın içinde her şeyden önce imparatorluğu yöneten “hanedan” vardır .Osmanlı içindeki hukuki farklılaşmaya rağmen tarihi-kültürel doku, imparatorluğun her dinden halklarını aile yaşamları ile birbirine benzeştiriyordu.Bunda Osmanlı kadar Osmanlı öncesinin de payı vardır. Osmanlı ailesi yaşadığı mekan bakımından göz atılırsa bu topluluğun halkının birbirinin kefili olduğu göze çarpar.Bu mekanlar köyler veya mahallelerdir.Bu fiziki ortamı oluşturur.Ayrıca üç kuşağın bir arada yaşadığı ,ama aynı zamanda bir hukuki ve mali birim olan “hane” kavramı da önem taşımaktadır. Günlük yaşam ve üretimde Osmanlı ailesi ,çekirdek ailenin yaşam kalıplarından çok büyük ailenin yaşam ve üretim kalıplarına uymaya meyillidir.Zaten geleneksel köyler ve şehirlerde çekirdek aile ,hayatın sürdürülmesi için uygun bir aile tipi değildir.Ailenin üretimi yıllık tüketim stoklarının hazırlanması ,kırsal alandaki iş bölümü ailenin güvenliğinin sağlanması bakımından üç kuşağın bir arada barınması gerekir.Bu kültür mirasının aktarımı içinde gereklidir.Genellikle hane halklarının ikamet ettiği hane tipleri de birkaç kuşağı barındırmaya müsaittir.Avlu etrafında yer alan odalar veya küçük binalarda geniş aile bireyleri yaşar ;aile içi eğitimde çocukların eğitimi kuşaklar tarafından yerine getirilir.Tüketime yönelik malzeme yiyecek,giyecek ile organik bir bağ içindedir. Ancak bu yapı İstanbul , Selanik ,İzmir gibi büyük liman şehirlerinde daha değişikti.Çekirdek aile tipi daha yaygındı.Coğrafyaya ,yetiştirilen hayvana ve askeri yapıya göre aşiretler arasında farklılıklar olsa da şehirlerde ve köylerdeki aile tipi dinlere göre farklılık arz etmediği için “Osmanlı ailesi” kavramı altında inceliyoruz .Müslim ve gayrimüslimler arasında önemli yaşam farkı ve aile yapısında akrabalık ilişkilerinde derin ayrılıklar olduğu konusundaki yaygın yanlış kanaattir.Millet sistemi farklı dinden insanların evlilik ve akrabalık kurarak kaynaşmasına manidir ve her halk kendi kampında yaşamıştır ama kültürel etkileşim ve hayatın temel kurumlarındaki ortaklık şaşılacak derecede yüksekti. AİLENİN DİNİ AİDİYYET ORTAM OLARAK “MİLLET” SİSTEMİ Osmanlı devleti bir Müslüman devletti ve son İslam imparatorluğu olma vasfını taşımaktadır.Gayrimüslimler bu imparatorluk altında himaye altındadır. Kılık kıyafet ayrımı ve ayrı mahallelerde oturma zorunlulukları gayrimüslimlerde benimsemişlerdir.Gayrimüslim halk için Müslümanlara karışmama ,dini bu yolla 2 devam ettirme söz konusudur .Bu nokta önemlidir zira Osmanlıdaki millet biçiminde teşkilatlanma ve ferdin bu kesimdeki aidiyeti Modern dünyadaki azınlık statüsü ve psikolojisinden hem objektif hem de sübjektif esasları itibariyle farklıdır. “Millet” sözü dini bir aidiyeti ifade eder Osmanlı nizamında fert doğduğu millet kompartımanının içinde o cemaatin otoritesine bağlı olarak yaşar,ancak ihtida ederse bu kompartımanı değiştirirdi.Millet ulus anlamında bir kavram olmayıp bir içtimai teşkilatlanma ,bir ruh hali ve tabanın birbirine bakışını ifade eder.Cemaatler arasındaki ilişki azdır,çatışma azdır ama gerilim devamlı vardır .Çekişme rekabet eğilimi Osmanlı cemiyetinde son asırdaki uluslaşma ve modernleşme ile başlamıştır. 19. asırda her dinden bir gurup genç imparatorluğun eğitim müesseselerinde bütün diğer insanlarla birlikte eğitilmiş,bürokrasiye girmiş yükselmiş ve Osmanlı seçkinleri içinde yer almışken ;bir gurup bu sürecin dışında kalmış, ulusça akımlar ve çalışmalara katılmış,diğer kalabalık üçüncü grup ise asırlardan beri sürdürdüğü hayatı köylü ve şehirli zanaatkar ve esnaf olarak devam ettirmiştir. AİLENİN FİZİK ORTAMI : MAHALLE Osmanlı mahallesi geleneksel kentin bir kesimidir,yani kapalı bir cemaatin yerleşmesi olarak kendini gösterir .Geleneksel yerleşme savunma ve iklim koşullarına karşı koyabilme nedeniyle üst üste inşa edilmiş bitişik nizam binalarından ,serinlik ve havalandırmayı sağlayan dar sokak ve dehlizlerden oluşur .Ama önemli olan iklim ve coğrafyaya göre biçimlenen fiziki doku değildir ,mahalle bir içtimai kültürel biçimdir ve birbirini tanıyan ve birbirlerine kefil olan hanelerden oluşur.bunu önemi ise mahalle ve köy halkının birbirine yabancılaşmış sosyal ve hukuki yönden bağımsız hanelerden oluşmasını önler,birey ailesi gibi yaşadığı mahallenin de bir üyesidir.18yy ve hatta 19 yy başlarında büyük şehirlerin mahallelerinde bile toplumsal sınıflaşmaya göre biçimlenmiş belirli bir mekan farklılaşması yoktur.Dinsel farklılık hariç ,dil ve etnik farklılık önemli değildir , imparatorluğun her sınıf ve her bölgesinden insanlar belirli kurallar ve etiket çerçevesinde yaşarlar .Mahalle mescidi ve kahvehane bir toplantı ve tartışma mahalli olup kamuoyunun oluştuğu merkezlerdir. Aslında burada üzerinde durulmak istenen konu mahallenin hukuki varlığından çok ;kültürel içtimai bir birim olduğudur. TOPLUMSAL TABAKALARI İTİBARİYLE OSMANLI AİLESİ Osmanlı toplumunda yasal olarak kabul edilen ,irsi bir aristokrasi yoktur.Sosyolojik kavramlar çerçevesinde üretici ve denetici veya yönetici ve yönetilen sınıfla mevcuttur.Ortaya çıkan güçlü derebeyi ve ayanlar ise kısa zamanda silinmiştir.Kapalı kastlar veya imtiyazlı sınıfları devam ettiren evlilik düzeni , evlilikle doğan soyluluk imtiyazları veya irsi haklar söz konusu değildir.Devleti yöneten hanedanın evi olan “Harem” ise özgün bir müessesedir.Osman oğulları sülalesinin hakimiyet kalıpları da özgündür.Hanedanın azalığı , evlilik kuralları , padişah çocuklarının ve soyun devamı için geliştirilen usul ve adetler Osman oğulları hanedanına özgün kurallardır.Altı asır boyunca hiç kimse Osman oğulları ailesini uzaklaştırmayı ve tahtlarına gelmeyi düşünmedi , böyle düşünenlerden sırf hükümdarlar değil etraftaki halk da hoşlanmadı.hakimiyet Osman oğullarınındı. Osmanlılar onaltıncı asırdan sonra doğulu Müslüman hanedanlarla evlilik bağı kurmadılar.Padişah oğulları cariyelerle evlendi , padişah kızları da yabancı veya yerli hanedanlardan olmayan devşirme paşalar veya halktan çıkan rütbe sahipleriyle evlendiler.Osman oğulları ailesinin yaşadığı mekan olan saray hanedan azasının ilişkileri ve Harem-i hümayun halkının , sultanların yaşam ve eğitimi , 19.yy da büyük 3 gelişme ve değişim geçirdi.Osmanlı sarayı elli yıldan kısa bir süre içinde şaşılacak bir hızla değişen dünyanın diplomasisine ve protokol şartlarına uyum sağlamakta, hanedan mensupları ve saray hizmetlileri bünyesel bir değişiklik geçirmekte ama bu arada klasik Osmanlı saray teşkilatının bazı temel müessese ve ananatı da kendini koruyabilmektedir. Osmanlı toplumunun seçkin zümresi ilmi gücünden elde etmiş olan ulema aileleridir.ulema sınıfı hiyerarşiye bağlanan bir eğitimden gerçek belli bir bürokratik hiyerarşiye göre terfi etmektedir.17. ve 18. yüzyıllarda ilmiye aileleri gerçekten irsiyet kazanmış hanedanlar haline dönüşmüştür.Osmanlının modernleşmesinde üst sınıf ilmiye üyelerinin daha çok merkezi devlet paralelinde hareket etmeleri de dikkate değer bir konudur. Onlar diğer toprak sahibi nüfuzlu grupla birleşip merkezi devlete uyum sağladıkları görülmüştür.Yine Osmanlı ilmiye sınıfının servet , eğitim ve görgü sahibi bir sınıf olması dolayısıyla bu sınıf kadınlarının da modernleşme hareketlerinde öncü rol üstlenmeleri doğal karşılanmalıdır görüşü yaygındır. AİLENİN HUKUKİ TEMELİ Yazar bu bölümde aile hukukunu araştırırken sadece büyük merkezleri değil aynı zamanda eski köy ve aşiret yapısını muhafaza eden diğer küçük yerleşmelerde rastlanan hukuki uygulamaları da dikkate almak gerektiğini anlatmaktadır.Örneğin kız tarafına damat adayının “mehr” adı altında bir para ödediği görülüyor.Bu olay sadece Türkiye’ye yada diğer Arap ve İslam ülkelerine mahsus değildir.evlilikte bu tür para ödemeler veya taraflardan birinin maddi istismarı bütün geleneksel-kırsal toplumlarda rastlanan bir özelliktir. İslam hukukuna göre mehr’in mutlaka verilmesi gerekir ve İslam hukuku mehr konusunu evlenen kız lehine düzenlemiştir.Ancak toplum yapısının bu gibi düzenlemeleri ne derece kabullendiği tartışılır.imparatorlukta ilk bakışta bölgeden bölgeye, şehirden şehre ;aynı şehirde mahalleden mahalleye farklı renkler ve adetler göze çarpsa da genelde Akdeniz dünyasının binlerce yıllık bir ortak kültür çevrisi olduğu gerçeğinden diyebiliriz.Bu kültürel çevre bir aile tipi ortaya çıkarmıştır.Ancak 150 yıldır metropolleşen ve kentleşen dünyada eski yapılar değişime uğramakta ve aslında bu değişim ülkelerde ve toplumlarda benzerlikler ve paralellikler taşımaktadır.Geçen zaman ve kentleşme Osmanlı toplumunda da aileyi ve ilişkiler sistemini değiştirmiştir.19 yy İstanbul ailesi her ne kadar bu günkü modern aile tipinden farklıysa da aile yapısının temelden değişmeye başladığı açıktır. EVLENME Bir çok geleneksel toplumda olduğu gibi Osmanlı toplumunda da ayrı dinden gruplar arasında evlenme pek azdı.Geleneksel ailenin yapısı içinde en önemli üye kadındır.Fakat gerek aile içindeki gerekse toplumdaki statüsü , üretim fonksiyonu ile orantılı değildir.Kadının aile ve toplum içindeki konumu çocuklarının sayısı ve yaşlılık ile yükselir.Geleneksel toplumda kadının özgürlüğü söz konusu değildi.yine üretim sürecine kendi özgün kararıyla katılmadığı için bu toplumda erkeğin özgürlüğünden söz etmekte mümkün değildir.Ancak kadının ailenin erkeklerine bağımlılığı ,evlilikten sonrada devam eder ve kırsal kesimdeki kadın; şehirdeki hemcinsinin aksine bir aileden diğerine transfer edilen üretim unsuru konumundadır. Osmanlı imparatorluğunda şer’i hukukun , özellikle kamusal alanda ve toprak düzenine ilişkin işlemlerde yerini geniş ölçüde örfi hukuka bıraktığını biliyoruz . Bugünkü ayrıma göre özel hukuk alanına giren düzenlemelerin ise şer’i hukuka bırakıldığı fikri yaygınsa da yazar aynı kanaatte değildir.özellikle aileye ilişkin ,evlenme boşanma gibi konularda şer’i hükümlerin dışına çıkıldığı anlaşılmaktadır. 4 Farklı uygulama daha çok yerel örf ve adetin etkisinden dolayı olmaktadır. Görünen o ki Osmanlı kadısı tayin edildiği ve kısa müddet kaldığı bölgelerde mutlaka şer’i hukuk kurallarını ısrarla uygulamaz.Büyük çelişki yoksa örf ve adete iltifat eder ve yerel geleneklerle çatışmaktan kaçınır. EVLİLİK DIŞI İLŞKİLER Bütün geleneksel toplumlarda olduğu gibi 16.yy Omsalı toplumunda da evlilik dışı ilişkiler, çocuk doğurmak gibi olaylar tepki ile karşılanıyordu .Aslında genel olarak dünya üzerinde toplumların ortak tutumu bu yönde idi.Ancak bu konuda 16.yy Osmanlı toplumunun eski doğu toplumlarının katı ceza uygulamasını terk ettiğini söylemek gerekir. Babasız çocuk doğuran veya nikahsız yaşayan kandınlar toplumca hoş karşılanmamış, şehrin asayiş amirinin gözetimine bırakılmışlardı.Örneğin 16.yy sonlarında taşrada da bu gibi kadınların derhal subaşına teslim edildiklerini görüyoruz.Osmanlı şehirlerinde konut bölgesinde bekar,Nüfusun bulundurulmamasına gayret edilirdi.Büyük şehir İstanbul da bile ,çalışmak için gelen bekar erkek nüfusun merkezi iş bölgesindeki bekar hanlarında barındırıldığı ve bir tür gözetim altında tutulduğu, hele mahallelerdeki münferit bekarların mutlaka ayrı kaydedildiği görülmektedir.
AİLEDE ÖLÜM Ölüm cemaati harekete geçiren, bireyin kaçınılmaz sonudur.Burada da dinler ve mezhepler arasında fark vardı. Kilisenin kutsamadığı birinin cenazesi Hıristiyanlar arasında bir sorundu.Müslümanlar ve Yahudiler arasında ise böyle bir aforoz söz konusu olmazdı.Dürziler için ölüm yeniden dirilişti,cenaze cemaatin mutlaka katılması ve desteği gereken bir başlangıca yolculuktu.Osmanlı toplumunda ölüm aile mensuplarını,akrabayı ama her şeyden önce mahalle halkını ilgilendiren bir olaydı.Osmanlı devirlerinde ölüm vakası bugünkü gibi tıbben bir hekim tarafından gözden geçirilip tasdik edilmezdi.Ölümün ve defnin olağan olduğuna cemaat şahitlik eder ve cenazeyi kaldırmakla bunu tasdik ederdi.cenaze evinin ,tören ve duanın örgütlenmesi;hane halkı ve misafirlerin ağırlanması,dua ve cenaze yemeği her dinden Osmanlıları birbirine bağlayan müşterek adetlerdi. AİLEDE MİRAS Miras İslam hukukunun bugün dahi en kalıcı öte yandan da en çeşitli içtihat ve yorumlara konu olan bölümüdür.Özellikle 1926 da Kanun-u Medeni’nin İsviçre kaynağının Türkiye’de kabulü İslam aleminde de aile hukuku alanında önemli veya önemsiz yeni yorum ,farklılık ve tartışmalar getirmiştir. Osmanlı cemiyetinde ve ailesinde miras dini farklara göre taksim edilir.Müslüman ailede kız çocuğa verilen hisse erkek evladının yarısı kadardır.Muris olmak veya varis olmak serbest iradeye bağlı değildir.Kanuni mirasçıların korunmuş hakları vardır. ÇOK EŞLİLİK Müslüman Osmanlı ailesinin çok eşli bir düzene dayandığı yaygın bir düşüncedir,fakat yanlıştır.Osmanlı cemiyetinde poligami hoş karşılanmaz.Gelir grupları ve toplumsal konumları yakın eşlerin kurduğu yuvada kuma getirilmesi mümkün değildir.Gelir düzeyi düşük geniş halk kesiminde ise bütün bir kurumun yerleşmesi zaten mümkün değildir. Çok eşlilik saygıyla karşılanan bir uygulama değildir ve mesela kuzey Türkleri arasında yoktur, Rumeli’de de hemen hiç görülmez.Anadolu’da da yaygın olduğu 5 söylenemez,dar bir zümreye has olgudur.Eski dönemlerde çok eşli evliliğin sayı ve oranını tespit mümkün değildir,fakat nüfus kayıtlarının daha mükemmel tutulduğu 19.yy İstanbul’u gibi yerlerde çokeşlilik oranını saptamak mümkün oluyordu. AİLENİN GÜNLÜK YAŞAMI Osmanlı toplumunda ailenin günlük yaşamı, her yerde her zaman olduğu gibi çocukların eğitimi ve beslenmesi,karı koca ilişkileri ve hayatın yükünün paylaşılması,evin idaresi,sağlık ve beslenme sorunlarının çözülmesi ve gündelik uygulaması etrafında oluşur.Bu sorunların çözümü ve gündelik uygulamaya konuşu aynı zamanda bir toplumun kültürel hayatı ve kurumlarını oluşturur. AİLEDE ÇOCUK 20-30 kişilik ailelere de rastlanmasına rağmen Osmanlı ailelerinin ise tıpkı Bizans’taki gibi temelde çekirdek aile özelliğini gösterdiği anlaşılıyor. Ancak kırsal ve kentsel yapı arasındaki fark ise daha çok çocuk ve geniş aile tipinin kırsal alanda daha çok tespit edilmiş olmasıdır. Osmanlı ailesinde çocuk, babanın hukuki denetimi velayeti altındadır. Çocuğun eğitimi aile içinde ön planda anneye ve büyük anneye aittir.Bu nedenle modernleşme döneminde yazarlar kadının; yani annenin eğitimli olmasının üzerinde önemle durmuşlardır. Hiç kuşkusuz, ailenin geleceğine yönelik ana unsuru ve tüm kültürel ekonomik faaliyetlerinin amacı çocuklardır.toplumun geleceği nasıl inşa ediliyor, hangi kültürel kalıplarla idame-i hayat ettiriliyor ve üretim süreci için nasıl hazırlanıyor;bir uygarlığın kendisi hakkında sorulan suallere vereceği en iyi cevap bu görünümdür.Osmanlı ailesini anlamak ve bugünkü gelişmeleri belirleyebilmek açısından ele alınması gereken konular çocuk edebiyatı ve çocuk eğitimidir. Bir gerçek var ki dünkü toplumda aile ve cemaatin ağırlığını üstünde hisseden çocuk,bugünkü toplumda başka bir atmosferin ve dünyanın üyesidir.Pedagojik değişimin 19. yy.da ortaya çıkışı gözlenmiştir.ancak bütün geleneksel toplumlarda olduğu gibi çocuğa verilecek ilk eğitim dinidir.Ayrıca onun toplumsal kültüre uyumunu sağlayacak iki davranışının,itaat ve edebin öğretilmesidir.19 ve20. yüzyılın modern ve modernleşen devleti,eğitimi düzenlemeyi model yurttaşı yaratmak için gerekli görmüştür. 19yy politikaları,Osmanlı toplumunun klasik dönemdeki çocuk tipini ve çocuk eğitimini üst-orta tabakada değiştirmeye başlamasını gerektirmiştir. ÇOCUK EĞİTİMİ VE DEĞİŞMESİ Osmanlı modernleşmesi içinde çocuk eğitimi hem değişen,hem değişmeyen bir alandır ve 19yynin Batı Avrupa eğitimleriyle karşılaştırılamaz.Çocuk ailesinin ve cemaatinin geleneksel sözlü kalıpları içinde eğitimine devam etti.Gerçekte çocuk eğitimi ve çocuğa yönelik edebiyat,bir tarih ve toplum bilincinin ürünüdür.Çocuğun eğitimi üzerinde konuşmak ve düşünmek çağlar boyu her toplumda rastlanan bir konudur.Ama “Rönesans insanı” dediğimiz toplum ve insanın değişirliği bilincine ulaşmış tarihsel tip,çocuğun eğitimine ve çocuk edebiyatına da bu değiştirme süreci açısından yaklaşmıştır.Türkiye bu anlamdaki bir çocuk edebiyatına ve eğitimine,ancak son 150 yılda eğilmiştir. TOPLUMSAL ALANDA KADIN VE ERKEK VEYA KARI-KOCA Osmanlı toplumunda olmayan unsur kadınla erkeğin beraberliğidir.İki cinsiyetin diyalogu ,kadınla erkeğin beraberliği bu toplumda yoktu.Geçmişte bu toplumda kadınlar ve erkekler ayrı eğleniyorlardı.Orta oyunu oynanır,karagöz seyredilir,fasıllar dinlenir,taklitler yapılırdı.Kadınlar hamamlarda ve mesire yerlerindeydi ve hep erkek veya hep kadın cemiyeti olarak ayrı törenler,ayrı eğlenceler tertip ediliyordu.Kapalı kompartımanlar halinde yaşam devam ediyordu. 6 AİLENİN TÜKETİMİ Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşam düzeyi ve kültürü açısından birbirine çok benzeyen aile türleri vardı.Bir ailenin oturduğu ev mali vaziyetine göre düzenlenir. Coğrafyaya göre de mimari fark ederdi.Ama Türk hayatında özgün bir yeri olan alandı. Osmanlı hayatında tüketim kısıtlı idi.Örneğin “Ayna” lüks eşyadan sayılırdı. Osmanlı ailesi demek mümkün olduğunca tükettiğini kendi üreten bir birimdi.Ailenin kadınları yüksek düzeyde bir üretim faaliyetlerinde bulunuyorlardı.18.yy da ki dış ticaretin artışı bazı kentleri zenginlik getirmişti ve bazı merkezler zenginleşmiş ilginç mimari eserler ortaya çıkmıştır Bursa, Selanik ,İzmir ,Beyrut gibi.Fakat bu arada muhafazakar ve kanaatkar şehirlerde vardır Ankara gibi. İmparatorlukta ,başkentten taşralara kitap, dergi gibi yayınlar fazla akmıyor,düzenli okuyucu ,düzenli bir kültür akışı görülmüyordur.aile hayatı ile ilgili birkaç ayrıntıya daha değinmekte fayda var.bunlardan ilki aile hizmetlileridir.Çok fakir olmadıkça ora sınıf halkın dahi evinde evin de yardımcılar vardı.Kölelik Osmanlı imparatorluğunda bir üretim gücü değildi.Türk mutfağında Türk aile yaşamının ve kültürünün en önemli kurumudur.Türk mutfağı bir imparatorluğun mutfağıdır, içinde değişik iklimlerden ve kavimlerden esintiler ve unsurlar vardır ve bazılarının sandığı gibi sadece İstanbul ve Rumeli’den ibaret değildir.Karadeniz’den Akdeniz’e orta Anadolu’dan Trakya’ya Kırım’dan Girit’e bütün Osmanlı ülkesinde bir mutfak zenginliği vardır. 19 YÜZYIL AİLE YAPISINDA DÖNÜŞÜM Devlet erkanının Tanzimat dönüşümü ile ne toplumu ne aileyi nede bireyi düşündüğü söylenebilir.sadece idarede dönüşüm 19. asrın modern devleti ailenin iktisadi ,kültürel yapısını sağlamlaştırmayı, gençlerin eğitimini yönlendirmeyi, çocuk ve kadının hukukunu korumayı vazife ediniyor ve buna yönelik tedbirler almayı istiyordu. Devlet her ne kadar gerçekleşeceği belirsiz olsa da toplumun nasıl yaşadığını öğrenmek istiyor ferdin hayatına inmek onu tanımak ve hayatını iyileştirmek, geliştirmek niyetindedir.Ailenin hukuku Osmanlı cemiyetinde en son değişebilecek en mukaddes, daha doğrusu en kapalı olandır.Osmanlı hukuk reformlarının gerekçeleri , dış dünyaya karşı diplomatik temsil meselesine uyum ve dış ticaret uygulamalarıdır. Bu nedenle mevcut hukuki yapıdaki değişme ve düzenlemeler bu alanlarda başlayıp mali ıslahat nedeniyle idari mevzuata sıçrayacaktır.Hukuk düzeni,kendini içten içe kemiren ve deyişimi hazırlayan bir düşünce sistemi ve prensipler bütünüdür. 19yy dünyasının koşulları içersinde merkeziyetçi ve bürokratik yapıya ve bu tür bir yönetimin gereği olan standart,derlenmiş bir hukuki mevzuata sahip olması kaçınılmaz olan Osmanlı imparatorluğu modernleşmenin ilk adımlarını askeri mekteplerdeki ıslahatla beraber hukuk alanında atmıştır.İmparatorluk dünyanın yeni ekonomik düzenine ayak uydurmak için ilk önce Fransız ticaret kanununu kabul etti.yargı usulünde de nizami mahkemelerin kurulup yargı alanının günden güne şer’i mahkemeler aleyhine genişlemesi Tanzimat tan sonra görülen bir gelişmedir. Avrupalılaşan Osmanlı yargı düzeninde istinaf ve temyiz gibi müesseselerle, mahkemeler bir hiyerarşiye bağlanıyor ve bir tür denetim geliyordu.Kadı’nın hukuken tek otorite olduğu İslami sistemden oldukça uzaklaşılmıştır. 7 MODERN AİLE ÖZLEMİ 19. yüzyılın sonunda bir modern aile tipine özlem başladı. Ailede fakirlik , halen cariyeliğin sürmesi , kadınların cehaleti , nedeniyle ortaya çıkan bu gibi özlemler değişikliği teşvik ediyor ,sorunların tartışılmasına sebep oluyor , ama öte taraftan da gerçeği görmeyi ve gerçekçi bir yaklaşımla geleceği planlamayı da önlüyordu. II.Meşrutiyet döneminde modernleşmeci fikir akımları ve siyasal girişimler aile ve evlilik kurumuna da dikkatle eğilmekte, yöneticiler hukukçular ve düşünürler arasındaki tartışmalar olmakta ve devrin romancılığı, Türk kadınının sorunlarını didaktik bir üslupla ele almaktaydı.Türkiye bütün Ortadoğu’da son yüzyılın ekonomik yönden en hızlı değişim geçiren ülkesidir. Bu değişimde sadece tarımsal-sınai gelişme değil; önemli ölçüde hukuk reformları , sosyo-kültürel reformlar da etkin olmuştur. Modernleşen Türkiye’de ailenin geçirdiği yapısal değişimi bilmek bu nedenle evrensel bir anlam taşır. 20.yüzyılda toplumsal gelişme kadar, değişme ideolojisi de değişmeyi hızlandırmış ve iktisadi refah ve şehirleşme ve kadın-erkek ilişkileri de eski çizgilerini kaybetmeye başlamıştır. Türk ailesi sosyolojik değişim geçirmektedir. Toplumsal değişimin getirdiği zorlamalar kadar; kültürel ve dünya görüşü kalıplarının değişimi ve bireylere sunumu ile de büyük aile yıpranmaktadır. 20.yüzyıl sonunda Türk ailesi çocukların eğitimine fizik anlamda yetiştirilmesine ,tüketimine geçmişte olduğundan çok daha fazla önem vermektedir. Nüfus artışının azalmasına rağmen 21. asrın ortalarında faal nüfusu ve dinamik gençliğimiz ile olumlu bir konumda olacağız. Zira Osmanlı’dan bu yana toplumumuz ve ailemiz en önemli görevini büyük başarıyla yerine getirmiş, savaşlar, iktisadi sıkıntılar, salgın hastalıklar zincirini kırarak Türk tarihine sağlıklı ve dinamik nesiller yetiştirmiştir.
SONUÇ: Osmanlı ailesi 18.-19.yüzyıl İstanbul’unda çekirdek bir ailedir.bir önceki kuşak hane içinde bulunabilir , ama kural değildir. Küçük şehir ve köylerde büyük aile ve sülale hakimdir.19.yüzyıl sonu 20.yüzyıl başında ise artık İstanbul ailesinin çekirdek aileden oluştuğu ve İstanbul nüfusunun doğumla artmadığı son araştırmalarla ortaya çıkıyordu.Kuşkusuz ki Tanzimat dönemiyle başlayan hukuk reformları aile konusuna da yansımıştır. Toplum kendi geleneklerini hukuki metinlere uydurmakta ve bir ölçüde geleneklerini de kanun koyucuya kabul ettirmektedir. Ancak gelenek de değişmektedir ve bu değişime de hukukçu yön verebilir. Nitekim bizim tarihimizde hukukun bunu önemli ölçüde başardığını da söylemek mümkündür. Aile üniversal özellikleri olan bir kurumdur, ama onun yerel renkleri de bu özellikleri kadar önemlidir. 8 YORUM Yazarın bu eseri herkese ve her yaştan okuyucuya hitap edebilecek nitelikte olmayıp,belirli bir bilgi birikimine ve öngörüye sahip insanların okuyup yorumlayabileceği çok geniş kapsamlı ve konuları derinlemesine irdelenmiş Osmanlı toplumunda aile konusu içeriği bakımından tüm ince ayrıntıları içeren nitelikte olup her türlü ayrıntılı bilgilere ulaşılabilecek bir kaynaktır. Gerek bölümlere ayrılış ve inceleniş bakımından bir ders kitabı niteliğini barındırmakla birlikte olayların sosyolojik bakımdan da yorumlanması ve algılanmasına olanak sağlamaktadır. Kitabın konu ile ilgili tam bir tarihi analiz olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz , zaten yazarın bilimsel kimliği dolayısıyla da bunun aksini düşünmek mümkün değildir. Tüm bilgi birikimini, araştırmalarını aktarmıştır. Anlatılanlarla ilgili çok örnek kullanımı da aslında kitabın konuya hakim insanlar açısından kesinlikle olumlu bir yapıya sahip olduğunu gösterse de bazı bölümlerde gereğinden fazla gibi görünmekle birlikte okuyucuyu yorduğu da söylenebilir. Bunun yanında okuyucunun belli oranda tarihi terminolojiye sahip olması gereken durumlar da vardır. Ancak kitabı okurken yine de bunun en aza indirilmeye çalışılıp gerekli açıklamaklara yer verildiğini de gözden kaçırmamak gerekir. Yine kitabın başvurulan ve yararlanılan arşiv evrakı bölümünü de göz önünde tutarsak böylece yazarın bakış açısından elindeki envanterlerin kullanılışı ve bir araya getirilişi ve buna yazarın bilimsel kimliğinin ve bilgi birikiminin eklenmesiyle bu kitabının ve diğer eserlerinin ortaya çıkışı hakkında daha çok bilgi sahibi olma şansına sahip olabiliriz. Tüm bunlara ek olarak yazarın kişiliği ve eserleri ile ilgili olarak Murat Bardakçı tarafından 2001 yılında Hürriyet Gazetesinde yayınlanmış olan aşağıdaki makale de tüm bu sentezi açıkça ortaya koymaktadır. 9 OSMANLI TOPLUMUNDA AİLE Bugün sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada 'Türk tarihçisi' denince akla gelen ilk isim olan Prof. Dr. İlber Ortaylı'yı bilimsel kişiliğiyle yani 'Prof. Dr. Ortaylı' olarak değil, 'arkadaşım İlber' kimliğiyle anlatmak istedim. İlber hakkında söylenecek ilk söz, onun 55 yaşına gelmiş álim bir çocuk olduğudur. Aydın Doğan Tarih Ödülü bugün sadece Türkiye'de değil, bütün dünyada 'Türk tarihçiliği' denince akla gelen ilk isme, Prof. Dr. İlber Ortaylı'ya verildi ve yerini buldu. İlber Ortaylı, 1969'da 'Mekteb-i Mülkiye'yi yani Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdi, arkasından bir başka fakülteden, Dil-Tarih'in Tarih bölümünden mezun oldu, yüksek lisansını Chicago’da yaptı, doktorasını Siyasal'da verdi ve hem idare, hem tarih profesörü oldu. 12 Eylül'de bazı arkadaşlarının üniversiteden atılmasına kızdı, protesto edip Siyasal'dan istifa etti, Viyana'da, Berlin'de ve Moskova'da profesörlük yaptı, sonra yeniden Türkiye'ye, üniversiteye döndü. Ciltler dolusu kitap yazdı, dünyanın önde gelen bilimsel kuruluşlarına seçildi, kongrelere katıldı, bildiriler verdi ve adı şimdi dünyanın en seçkin birkaç tarihçisiyle beraber anılıyor. Bunlar, İlber Ortaylı hakkındaki 'resmi' bilgiler ama ben, Aydın Doğan ödülünün yeni sahibini bilimsel kişiliğiyle yani 'Prof. Dr. Ortaylı' olarak değil, 'arkadaşım İlber' kimliğiyle anlatmak istiyorum. İlber, 55 yaşına gelmiş álim bir çocuktur. İlmine güvenen álimlerin rahatlığı içindedir, hiçbir şey umurunda değildir, dolayısıyla 'sözünü sakınmak' yahut 'alttan almak' gibisinden kavramlar onun için asla söz konusu olmaz. Hiçbir zaman kaybetmediği bu çocuksu hali bilgisiyle ve bol da kahkahayla birleşince ortaya ona haset çekenlerin bile ilminin ve samimiyetinin önünde eğildiği, ideolojilerin ve kalıpların dışında bir bilgin çıkar. Onu diğer meslektaşlarından daha seçkin kılan özelliği aralarında Rusça, Yidiş ve Farsça gibi lisanların da yer aldığı sekiz-dokuz dili gayet iyi bilmesi ama hepsinden önemlisi sadece Türk değil Avrupa tarihine de aşina olması ve konulara mukayeseli bakabilmesidir. Meselá 17. yüzyıl Türkiye’sinde meydana gelen bir olayı İlber aynı dönemde dünyada yaşanan diğer hadiselerle beraber değerlendirir ve sonuca bu şekilde varır. 'Tarihçilerin önce ekonomi ve sosyoloji gibi sosyal bilimleri okumaları, tarih eğitimini ondan sonra almaları gerekir' demesinin sebebi de budur. İlmi mükemmeldir ama buna karşı çok önemli bazı konulardan, meselá paradan ve puldan habersizdir. 8,5 milyon lira tutan taksi parasını 85 milyon zannedip, şoföre 100 milyon uzatır. Telif hakkını çekle ödeyen yayınevine 'Peki paramı ne zaman vereceksiniz?' diye soracağı tutar. Tıpkı vaktiyle evinin önünden geçen zerzevatçıya 'Domates kaç para?' diye sorup '70 lira' cevabını alınca '80'e vermezsen vallahi almam!' diyen bir başka büyük álim, rahmetli Abdülbaki Hoca (Gölpınarlı) gibi... Prof. Dr. İlber Ortaylı'nın 'Aydın Doğan Tarih Ödülü'nü alması, bu ödülün 'alanında en láyık olanlara verildiği' kuralını bir kez daha kanıtladı. İlber törenden hemen sonra Roma'ya uçtu. Orada bilimsel bir kongreye katılacak, birkaç gün sonra dönecek ve dönüşünde aramızda senelerdir kutsal bir emanet gibi muhafaza ettiğimiz 'sokaktaki sıradan insan dedikodu yapar ama aynı işi biz yaparsak biyografi olur' düsturuna sadık kalacak, son haftanın 'biyografik gelişmelerini' değerlendireceğiz. (Murat Bardakçı © 2001 Hürriyet) 10 YAZAR HAKKINDA BİLGİ İlber Ortaylı 1947’de Avustralya’da doğdu.Ankara Atatürk Lisesi , Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari Şube ve Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yeniçağ Tarihi Bölümünü bitirdi.Chicago Üniversitesi’nde Tarih Bölümün de M.A. derecesi ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinde “Tanzimat Döneminde Mahalli İdareler” konulu tezlerle doktora derecesi aldı(1974).1979’da doçent oldu.1983’te üniversiteden istifa etti.Paris,Berlin ve Viyana’da misafir profesörlük yaptı.Halen Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim üyesidir.Yerli ve yabancı dergilerde şehirler ve idare üzerinde makaleleri olan İlber Ortaylı “İstanbul’dan Sayfalar” ve “İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı” gibi kitaplarıyla da tanınmaktadır.(CIEPO) Beynelmilel Osmanlı Etütleri Cemiyeti ve Avrupa İran Tetkikleri Cemiyeti (SIE) üyesidir. Ziya Demirel İnsana Saygı Medeniyeti
Osmanlı medeniyeti; altı asrı üç kıtada kucaklayan, akl-ı selim, kalb-i selim, zevk-i selim sacayağı üzerine oturmuş bir denge, giyim, kuşam, yeme, içme, aile, mahalle ve şehir hayatıyla, insana saygı medeniyetidir. Osmanlı'nın aile, mahalle ve şehir hayatı, hoş bir nostaljinin ötesinde, insana insan olmanın zevkini ve keyfini doyasıya yaşatan bir güzellikler hazinesidir. Osmanlı medeniyeti kelimeler üzerine bina edilmemiş, güzellikler, hayatın bütün safhalarına işlenmiş ve yaşanmıştır. ''Türklerin gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı devirlerinde ulaştıkları medeniyetin sırları nelerdir? İşte bu tılsımı bulmak, geçmiş adına ne kadar mühimse, gelecek adına da o kadar önemlidir. Devrini tamamlamış ve ilmin hafızasına devrolmuş bu tarihî gerçekler, zamanı geçmiş, vazifesi tamamlanmış hâdiseler değildir. Belki geleceğin temellerini teşkil ettiği için, büyük bir basiret ve şuurla üstünde durmamız gereken gerçeklerdir. Zîrâ istikbâlin kulağına söylenecek söz, gözüne gösterilecek istikâmet, vâdesini tamamlamış bu tarih hazinesinin derinliklerinde saklıdır.''1 Osmanlı Devleti'nin uzun ömürlü oluşu, toplumun huzur ve barışıyla doğrudan irtibatlıdır. Bu sırları keşfetmek gerekir. İnsana saygı medeniyeti de diyebileceğimiz, Osmanlı'nın aile, toplum ve mahalle hayatındaki güzelliklerden küçük bir demet sunarak, bugün neleri kaybettiğimizi daha iyi anlayabilir ve hiç olmazsa elimizde kalanları muhafaza adına bir gayret uyandırabiliriz. Osmanlılarda aile genişti. Çocukların İslâm ahlâkıyla terbiye edilmesine, geleneklerimize ve mânevî birikimlerimize göre yetiştirilmesine çalışılırdı. Bu geniş ailelerde, Kur'an-ı Kerim okuyan dedeler, Hz. Ali'nin cenklerini anlatan nineler, göz nuruyla hat çoğaltan amca ve dayılar, zerâfet ve nezâketin timsali teyze ve halalar, çocuklara güzel örnek olurlardı.
Evde çocuklar dahil kimse ayakta yemek yemezdi, önce eller yıkanır, sofraya birlikte oturulur, evin en büyüğü başlamadan, yemeğe kimse başlamazdı. Büyük anne veya büyük baba yemeğe başlarken herkesin hatırlaması için besmeleyi yüksek sesle çeker, sofradan kalkılırken ''hayırların fethi, şerlerin def'i için'' Fatihalar okunurdu. Kimsenin yüksek sesle konuşmadığı, huzur ve sükûnun hâkim olduğu bu evlerde; edeb, mahviyet, cömertlik, âdeta gözle görülürdü. Bunların çoğu tasavvuf terbiyesinin evlere nakış nakış işlenmesiydi. Akşamları huzur sohbetleri yapılır, Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler okunurdu. Hele Ramazan ayında evler sanki birer cennet köşesiydi. İftarlar beraber yapılır, bu iftarlara gayrimüslim komşular da çağrılırdı.
Cumbalı, kafesli, payandalı evler... Bu evlerin içi ve duvarları birer aile terbiyecisi idi. Duvarın bir yerinde ''Yâ Hafîz'' bir başka yerinde ''Yâ Mâlike'l-Mülk'' yazısı görünür, başka bir odanın duvarında ise: ''Mal sahibi, mülk sahibi, Hani bunun ilk sahibi? Mal da yalan, mülk de yalan Var biraz da sen oyalan.''2 mısraları okunurdu.
Diğer odalar da farklı değildi. Her oda, her duvar dünyanın fâni olduğunu hatırlatır, şu üç günlük dünya hayatının hiçbir insanı kırmaya ve incitmeye değmeyeceğini ifade ederdi.3 ''Bu dünyaya gelen kişi âhir yine gitse gerek Misafirdür vatanına bir gün sefer itse gerek.''4 yahut
''Hesap ettim cümle dünya malını Neticesi bir top beze dayandı.'' gibi mısralar hemen hemen her evin duvarlarını süslemekteydi. Dadıların bile çok mutlu olduğu böyle bir ortamda, anne, baba ve diğer aile fertlerinin mutsuzluğu düşünülemezdi. Onlardan herhangi birinin huzur evlerine gönderilmesi asla söz konusu değildi. Mahalleler, içtimaî birer mektep; güzel ahlâk ve edebin estetiğe dönüştüğü yerlerdi. Ahşap evlerin sıralandığı Arnavut kaldırımlı dar sokaklar, yüksek duvarlarla çevrili, bahçe içinde gün görmüş evler... Bacasına leyleklerin yuva yaptığı, duvarlarını mor salkımların kapladığı, cumbalarında rengârenk çiçeklerin kendilerini sergilediği şu iki katlı ev, asmalı konak, çeşme, sebil, güdük minareli cami, taş mektep, mahalleye ne kadar yakışıyordu. Daha yaklaşırken geniş saçakların çevrelediği evlerin bir kısmının çatal kapısında ay ve yıldız görülür ve bu evden birisinin hacca gittiği anlaşılır, arkadan da ''Allah gitmeyenlere de nasip etsin.'' duaları edilirdi. Osmanlı sokaklarında dolaşırken o güzelim cumbalı ahşap evlerin pencerelerinde çiçekler görülürdü. Onlara da çeşitli mânâlar yüklenmişti. Meselâ pencerenin önündeki sarı çiçek; ''Bu evde bir hasta var, lütfen gürültü yapmadan mümkün olduğunca sessiz geçin.'' mânâsına gelmekteydi. Çiçek kırmızı ise; ''Bu evde evlenme çağına gelmiş genç bir kızımız var, sakın ola kötü bir söz edip de, onun kalbini ve ruhunu incitmeyin.'' demekti.5
Evlerin kapı tokmakları, penceredeki çiçeklerin gösterdiği mânâdan geri değildi. Kapı tokmakları çift halkadan müteşekkildi. Bunlardan, aslan başı motifli ve büyük olanı kalın, çiçek motifli ve küçük olanı da ince ses çıkartırdı. Eğer eve bir erkek misafir gelmiş ise, kalın sesli tokmağı tıklatır, içerdeki ev sahibi gelenin beyefendi olduğunu anlar, kapıyı evin beyi açar, bey yoksa mahremiyete uygun olarak kapı açılırdı. İnce sesli tokmağın sesi duyulmuş ise, gelenin bir hanım olduğu anlaşılır, kapıyı evin hanımı açardı. Hayatın sadeliği mahalleye de damgasını vururdu. Gözü tırmalayıcı hiçbir şey görülmez, insanlar birbirine hürmet eder, selâm verirdi. ''Serviliklerde sükûn, yolda sükûn, evde sükûn. Bu taraf sanki bu halkıyla ezelden meskûn. Bir afif âile sessizliği var evlerde; Örtüyor fakrı asâletle çekilmiş perde.''6 İnsana saygı medeniyeti, bütün mahalleyi sarmıştı. Herkes birbirini tanır, zengin fakiri korur, fakir de zenginin malına göz dikmezdi. Mahalleli arasında bir ihtilâf çıkarsa, kadıya gitmeden önce imama gidilir, imam da meseleyi hukukî olarak çözmeden önce, sulh yolunu tavsiye eder ve yapılan tavsiyeye de ekseriyetle uyulurdu. Komşu hanımlarca, mahalleye yeni taşınan bir aileye, ''Hoş geldiniz, safalar getirdiniz''e gidilir, çocukların başı okşanır, ebeveynlerine de ''Allah size ne güzel güller vermiş.'' diye iltifat edilirdi. Evin çocukları büyük ise, el işlemeli tablo götürülürdü. ''İbadette bulanlar buldu Hakk'ı, İbadetsiz kimin var, Hak'ta hakkı...'' mısralarının işlendiği tabloyla, mükellefiyet çağına gelmiş çocukların dikkatleri ibadete çekilirdi. Ev sahibesi ikrâmda bulunur, çeşitli meyvelerden yaptığı şerbetleri misafirlerine sunarken, gözünüz duvardaki hüsn-ü hat tablosundaki şu söz incilerine takılırdı; ''Bu da geçer yâ hû!'' yahut ''Mala, mülke mağrur olma, Deme, var mı ben gibi? Bir muhalif rüzgâr eser, Savurur harman gibi'' Her an, her şey değişir, istikrâr Cenab-ı Hakk'a mahsustur demekten, kendinizi alamazdınız. Misafirin rızkı ile geldiğine ve ev sahibinin günahlarının affına vesile olduğuna inanılırdı. Misafir uğurlamada da ayrı bir zerâfet vardı. Kalkış vakti geldiğinde ''Hakkınızı helâl ediniz, zahmet verdik.'' denir, ev sahibi ise; ''Yine buyrunuz, misafirliğinizden memnun kaldık.'' derdi. Evden çıkanların ayakkabılarının uç kısmı, evin içine dönük hâle getirilir, böylece misafirlerden memnun kalındığı, onların tekrar davet edildiği ve ziyaretten duyulan memnuniyet belirtilirdi. Hem bu şekilde ayakkabı giyilirken misafirin sırtının ev sahibine doğru dönmesi de engellenirdi. Mahallede birisi öldüğünde, cenaze evine ilk önce kıble istikâmetindeki komşusundan olmak üzere, bir hafta, on gün yemek yollanır, kimse onlara işittirecek tarzda gülüp, eğlenmezdi. Böylece komşunun acısına ortak olunurdu.7 Perşembe günleri yapılması âdet olan ilk tahsil merasimine bütün mahalleli katılırdı. Hoca gelir, lokumlar, şerbetler ikram edilir, büyüklerin elleri öpülürdü. ''Şol cennetin ırmakları Akar Allah deyu deyu'' gibi ilâhîler okunur, ''Amin'' sesi duyulunca, artık çocukların faytonlara binerek okula gideceği anlaşılırdı. Çocuklar ''Amin alayı'' ile okullarına kadar götürülür, hocalarına teslim edilirdi. Bayramlarda mahalle kabristanına topluca gidilir, burada ziyaretler yapılır ve dualar edilirdi. Kabristandan bir ot bile koparmak hoş karşılanmazdı. Osmanlı mezar taşı mimarisi bile, insana saygı üzerine inşa edilmişti. Yaşayanlara verilen değer ölüye de verilmişti. Mezar taşları, edep ve zerâfetin bütün inceliklerini gösteren birer sanat ve edebiyat şaheseriydi. Topluma yön veren ilim erbâbının mezar taşındaki başlık, ulemânın işareti olan kavuk şeklinde yapılırdı. Böylece ilme ve ulemâya hürmet mezar taşlarına bile işlenirdi. ''Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada O kadar komşu ki dünyâya, dıvar yok arada Geçer insan bir adım atsa birinden birine, Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine.'' Osmanlı insanı, yaşarken kendini Sonsuz Kudret karşısında sıfır gördüğünden çokları mezar taşlarına üç harften ibaret olan ''Hiç''i yazdırmıştı. Osmanlı'nın ev ve mahalle hayatının güzellikleri esnafın hayatına da aksetmişti. İslâm ahlâkı ticaretin her türlüsünde kendini hissettirirdi. Cemiyeti ayakta tutan ve içtimaî hayatın bir unsuru olan ticarî hayat, çok sağlam ve nizâm içindeydi. Bunda da Ahîlik kültürünün güzellikleri görülürdü Ahîlik, Müslüman Türk toplumunun 13. yüzyıldan sonraki esnaf teşkilâtlanmasının adıydı. Osmanlılar buna ''Lonca'' demişlerdi. ''Ahî'' kelimesi Arapçada kardeş demekti. Samimiyet, cömertlik, iyilik yapma, geçimli olma, büyüklere hürmet, dürüstlük, iyi kalblilik ve içtimaî tesânüd bu teşkilat mensuplarının ölmez düstûrlarıydı. Pîrleri olan Nâsırüddîn Ahî Evran-ı Veli, müridlerine altı esası telkin ederdi. - Elini açık tut, - Sofranı açık tut, - Kapını açık tut, - Gözünü bağlı tut, - Dilini bağlı tut, - Belini bağlı tut, Sabah dükkânlar besmele ile açılırdı. Eğer iş yeri bedestende ise topluca dua edilir, kahvaltı yapılır, sonra alışverişe geçilirdi. Kanaat en önemli esastı. Pazarlık, ayıp sayılır. ''Daha aşağı olmaz mı?'' dense, ''Ben hırsız değilim.'' denirdi. Birçok bedestenin mescidi vardı. Mescidin bütün ihtiyaçları bedesten esnafı tarafından karşılanırdı. Hemen yanı başında yüksekçe bir yerde, tepesi çukur, mermerden yapılmış sadaka taşları vardı. Hayır sahibi, kimseye hissettirmeden sadakasını buraya koyar, ihtiyaç sahibi ise, ihtiyacı kadarını minnetsizce alır giderdi. Mescitlerin haziresinde mezarlık olurdu. Ölümü unutup, dünyaya dalmama temel anlayıştı. Esnaf bağırıp çağırmaz, müşteri rahatsız edilmezdi. Ayrıca esnaf, müşteriye bir ev sahibi gibi muamele eder, çeşitli ikramlarda bulunur, sonra alış-verişe geçilirdi. Ölçü ve tartıda hile yapılmaz, kalitesiz mal kaliteli diye satılmaz, malın ayıbı ve kusuru alıcıya önceden söylenirdi. Hasılı, bu muhteşem medeniyet; Cemil Meriç'in ifadesiyle ''büyük adam değil, insan-ı kâmil ve mükemmel bir toplum'' yetiştirmişti. ''Ne saâdet! Bu taraflarda her ülfetten uzak, Vatanın fâtihi cedlerle berâber yaşamak!''
Kaynaklar 1. Ayverdi, Samiha (1976), Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, cilt 1, Damla Yay., İst. s.7,8 2. Timurtaş, Faruk K., Yunus Emre Divanı, Tercüman 1001 Temel Eser, 3. Arı, Halûk Sena (2000), Osmanlı'da Aile Hayatı, Nesil Yay. İst., s.25, 60, 83 4. Demirel, Ziya (2004), İki Dünyada Mutluluk Öğütleri, Akasya Yay., Ank., s.131 5. Refik, İbrahim (2004), Ulu Çınarın Gölgesinde, Albatros Yay. İst. s.86, 108 6. Beyatlı, Yahya Kemal (2004), Kendi Gök Kubbemiz, YKY. İst. 2004, s.34 - 35. 7. Arı, Halûk Sena. a.g.e, s.60 Toplumun temel birimi olan ailenin yaşadığı ev için, dilimizde; hane, beyt, dâr, menzil, dam ve mesken gibi kelimeler de kullanılmaktadır. Bu kelimeler içinde en fazla kullanılanı “mesken”dir. Arapçada “yerleşilen yer” anlamındaki bu kelime, dilimizde; “huzur ve sükûnet içerisinde yaşanılan yer” mânâsında kullanılmaktadır. Ecdadımızın yaptığı ve yaşadığı evlere baktığımızda ise, “mesken” kelimesinin anlamının bu şekilde zenginleştirilerek kullanılmasının altında, tarihî bir geçmiş ve gelenekle oluşmuş haklı bir gerekçe bulunduğunu görüyoruz. Osmanlı toplumunun yaşadığı meskenlere uzaktan bakıldığında, bunların hemen hepsinin bir avlu ve bunun bir kenarına yapılmış evden meydana geldiği görülür. İçinde yaşayanların hususî dünyasını oluşturan bu meskenlerin cephesi yola bakar. Ev-şehir bağlantısını sağlayan bu yollar, ya bir caddedir veya birkaç evle son bulan çıkmaz sokaklardır. Cadde veya sokağa cepheli olan bu evlerde ilk göze çarpan unsur, etrafının yüksek ve penceresiz duvarlarla çevrili olmasıdır. Aynı zamanda ev sahiplerinin mahremiyetini ve emniyetini sağlayan, bir insan boyundan daha yüksek bu duvarlar, bu dünyanın geçit vermez sınırları gibidir. Bu duvarların caddeye bakan tarafına açılmış olan kapı, tek giriş yeridir. Osmanlı evlerinin dış kapılarına dikkatlice bakıldığında, onlarda; bu milletin ahlâk, komşuluk ve örf-âdet anlayışlarını şekillendiren bir kültürü görmek mümkündür. Üç-üçbuçuk metre genişliğinde ve bir o kadar da yükseklikteki kapı, önünde duranları yağmurdan ve güneşten korumaya yarayan küçük bir çatı ile örtülüdür. İki büyük kanattan oluşan bu ahşap kapılar, üç unsurdan meydana gelmektedir. İki büyük kanat sadece evin avlusuna araba giriş-çıkışında açılır, diğer zamanlarda arkadan açılabilen bir mekanizmayla kapalı durur. Kanatlardan birisi sürekli sabit iken, diğer kanat, eve hayvan giriş-çıkışlarında kullanılır. İşte bu hareketli kanat içerisinden açılan daha küçük bir kapı ise, insanlar içindir. Yerden 25-30 santimetre kadar yüksek ve insanın sığabileceği büyüklükteki bu kapı, ancak adım atılarak geçilebileceği için, avludaki küçük çocukların kontrolsüzce dışarı çıkmalarına mâni olur. Yabancılar, Osmanlı toplumunun ahlâk ve mahremiyet anlayışı çerçevesinde, ev sahibinden izinsiz, bu kapıdan giremezlerdi. Kapıdaki tokmaklar da, ayrı bir kültür ve medeniyet örneğidir. Kapıdaki iç içe iki demir halkadan büyüğü, daha tok ses çıkarır, eve gelen kişi erkek ise, bu halkayı çalar; içte olan halka ise, daha ince bir ses çıkarır, bu eve gelen kadın ziyaretçiler içindir. Çalan tokmağın sesine göre ev sahibi gelenin cinsiyetini anlar kapıyı açmaya ona göre birisi gider evdekiler gelene göre kendilerine çeki-düzen verirler. Kapıdan evin avlusuna girilir. Osmanlı ailesinin devamlı kullandığı avlu, Orta-Asya’da da yaygındır. Avlunun bir köşesine yapılmış olan evden başka, burada; sakinlerin ihtiyaçlarına ve meşguliyetlerine göre; ahır, samanlık veya pekmez yapılan şırahane, kilim, bez dokuma atölyeleri de bulunur. Ayrıca geriye kalan geniş boşlukta ocak, çamaşır taşı, dibek taşı, ağaçlar, çiçekler, çeşme veya kuyu, ark, fırın vs. vardır. Arsası geniş olan evlerin avlusunun bir kenarında sebze de yetiştirilir. Avlu, çoğunlukla evde bulunan kadının nefes alması, dinlenmesi, çalışması, komşularıyla sohbet edebilmesi için, uygun bir mekândır. 1835'te İstanbul’a gelen Miss Julia Pardoe, bu avlular için; “Keşke Shakespeare, Romeo ve Juliet’in bahçe sahnesini yazmadan önce buraları görmüş olsaydı.” demiştir. Avlu, ev sahibi için dış dünya ile şahsî dünyası arasında bir geçiş alanıdır. Burada ev kıyafetiyle de dolaşıldığı için, komşuların, başkalarının avlularını görecek şekilde ev yapmaları yasaklanmıştır. Avlunun uygun bir köşesine inşa edilmiş ev; tek veya çift katlı olup, komşuluk, emniyet ve kıble gibi faktörlere bağlı olarak konumlanmıştır. En fazla dikkat edilen unsur ise, kıble olmuştur. Çünkü Müslüman Osmanlı ailesi için bu o kadar önemlidir ki, yalnız ibadet ederken değil; yatarken, otururken, sokağa çıkarken vs. her hususta kıbleyi hesaba katmak hayatın olmazsa olmazlarındandır. Tek veya çift katlı olan Osmanlı evinin bir tarafı, genellikle sokak veya caddeye bakar. Alt katta kışın oturulan bir oda, mutfak, kiler, ambar, fırın damı bulunur. Bu katın, emniyet gereği dışarıya bakan penceresi olmaz veya çok küçük olurdu. Alt kattan üst kata geçiş merdivenle sağlanırdı. Bu katta da, divanhane (başoda), haremlik, selâmlık ve bazı evlerde de bir yaz odası bulunurdu. Merdivenle çıkılan ve odalara geçişi sağlayan geniş mekânın adı ise, sofadır. Bu odalardan birisinin sokağa bakan ve köşk adı verilen bir çıkması vardır. Sokağa ayrı bir görüntü kazandıran Osmanlı evlerindeki bu çıkmalar, hâne halkının dışarıyı görebilmesi içindir. Üst katlardaki pencereler; cumbalı olup, dışarıdan içerisi görünmeyecek şekilde kafeslidir. Ev sahibi buradan, kapıya gelenin kim olduğunu kendisi görülmeden görebilmektedir. Odaların hemen hepsinde ısınmak, yemek pişirmek ve hattâ aydınlanmak için de kullanılan birer ocak vardır. Odaların en önemli özelliği, yatak ve yorganların muhafaza edildiği ve bir köşesinin de banyo olarak kullanıldığı yüklük bulunmasıdır. Bu yüklükler, evdeki bütün eşyaların saklanmasını sağlar. Bir köşedeki banyo ise, genellikle gusül abdesti almak maksadıyla kullanılır. Çünkü bu dönemlerde asıl yıkanma yerleri, sıhhî olduğu da kabul edilen şehir hamamlarıdır. Odaların; oturma, yatak, misafir, çocuk odaları gibi belli işler için tahsis edilmemesi, Türklerin göçebe anlayışıyla ve gelenekleriyle doğrudan ilgilidir. Çünkü Osmanlı ailesi aynı odada yemek vakti yemek yer, sair zamanlarda oturur, gece olunca yatakları serip uyur, sabah olunca da sergileri kaldırıp hayatına devam ederdi. Evlerdeki döşemeler oldukça sade olup, mobilya yerine, pencere kenarında divan ve sekiler, yerlerde çoğu zaman kilim, bazen halı ve yer minderleri bulunurdu. Evlerin mimarî tarzları kadar mal- zemelerinde de göçebeliğin tesirini görmek mümkündür. Ağaç, kireç, kerpiç gibi dayanıksız malzemelerden yapılmış evler, sanki hemen göç edilecek hissi vermektedir. Bu durum tamamen Osmanlı halkının dünya görüşüyle ilgilidir; çünkü onlar, camilerini, vakıf eserlerini ve yıkılmamasını temenni ettikleri devletlerine ait kurumları, sağlamlığın sembolü olan taş malzemeyle yaparken; evlerde dayanıksız malzeme kullanarak, bâkî olanın Allah olduğunu, kıyamete kadar devam etmesi gerekenin de devlet olduğunu anlatmak ister gibidirler. Bu evlere dışarıdan bakıldığında, zenginlerin evlerini, fakirlerinkinden ayırt etmek pek mümkün değildir. Bu durum, ortak değerlerin sınıflar arası farkı olabildiğince azalttığı bir sosyal yapıyı yansıtır. Osmanlı evlerinde sadece yeşillikle değil, hayvanlarla da iç içe yaşanırdı. Ev sahiplerinin; etinden, sütünden ve gücünden yararlanmak üzere besledikleri evcil hayvanların yanı sıra, çatı aralarında kırlangıçlar, bacalarda leylekler yaşardı. Kuş yuvalarını bozmak günah sayılırdı. Kumru ve güvercinler de, kendilerine yem verilen fakat kafese hapsedilmeyen diğer ev ortaklarıydı. Meskenlerin içe dönük, dışa kapalı mekânlar olarak şekillenmesi, İslâmî aile yapısının hassasiyetiyle alâkalıdır. Bu mekânlar; dış dünyaya kapalı, fakat o dönem ailesinin ihtiyaçlarını karşılayabilecek fonksiyonlara sahiptir. İnşaat teknolojisi ve malzemelerinde, büyük bir gelişme kaydedildi. Fakat gerek hızlı nüfus artışıyla ve şehirleşmeyle gelen problemler, gerek alt yapı yatırımlarının yetersizliği, gerek maddî endişeler, gerekse de kültür değerlerinden uzaklaşma sebebiyle insanî unsurları ön plâna çıkarmayan bir mimarî yaygınlaştı. Bu sebeple eski mimarimizin birer örneği olan evler, bizler için hâlâ bir nostalji unsurudur. Dr. Mümtaz AYDIN Kaynaklar: Surazya Faroqhi, Şehir Evinin Fizikî Şekli. Beşir Ayvazoğlu, İnsan, Ev, Çevre. Ö. Demirel - A. Gürbüz - M. Tuş, Osmanlıda Aile, Ev, Eşya, Giyim, Kuşam. ~ yazan: Dai Deruni Aralık 22, 2006. |