Anasayfa
Çanakkale'de Sahebe Şuuru Çanakkale Savaşı hakkında söylenenlere kulak verenler öncelikle şaşırır, ardından neden Çanakkale'yi bu kadar önemsiyorsunuz derler. Nasılsa o da bir cephe. Büyük dünya savaşının sadece bir parçası. Tarih böyle sahnelerle dolu. Hem 1. Dünya savaşının o kadar çok cephesi varken neden Çanakkale? Bu soruya verilecek en güzel cevap yine Çanakkale'yi anlatmaktan geçer. Hem cepheyi hem de cephede yaşananları, cephedeki kahramanlıkları ve kahramanları. Çanakkale Savaşı bir milletin varlık ve yokluk savaşıdır. Çanakkale Savaşı madde ile mananın alabildiğine iç içe girdiği farklı bir zaman dilimidir. Yine Çanakkale Savaşı, vatanı, dini ve namusu için kendinden geçen nice insanımızın sahabe ruhuyla bütünleştiği melekleştiği, ve tarihin çok az şahit olduğu ulvilikte davranışlar sergilediği ilginç bir mekandır. Osmanlı Devleti'nin büyük bir acziyet içine düştüğü ve dünyanın birçok yerinde savaş vermek zorunda kaldığı bu elim cephelerde,düşmana büyük bir kahramanlıkla göğüs gerilirken, İstiklâl Marşı Şairimiz Mehmet Akif Ersoy, Mehmetciğin ulvi keyfiyetini çok iyi keşfetmiş ve Çanakkale Şehitleri isimli şiirinde Bedrin Aslanları ile Çanakkale Şehitlerini yan yana getirmiştir. Gerçekten de dikkatli bir gözlemle incelendiğinde cephelerde mücadele veren Mehmetciğin, sahabe şuuruyla kanatlandığı görülecektir. Şimdi hep birlikte bu kahramanlara kulak verelim, aralarında yüzlerce yıl olmasına rağmen bakalım davranışları ve hissiyatları noktasında bir fark görebilecek miyiz ? EBU AKİL GİBİ BİR KAHRAMAN 18 Mart deniz harekatı ile istediklerini elde edemeyen düşman askerleri 25 Nisan kara çıkartmaları ile bu küçücük yarımada da adım adım ilerliyor, toprağın her santimetresini kana ve yasa boğuyorlardı. Vatan, din, namus diyen Mehmetçik ise imkanlarının son damlasına kadar bulunduğu mevkii koruyor ve gerektiğinde canını bile vermekten çekinmiyordu. Nisan'ın sonlarında başlayan bu önü alınmaz düşman sevkıyatı tüm hızıyla sürmekteydi. Güney grup komutanlığımız savunma ve tahkimat emri vermişti. Siperler birbirlerine alabildiğine yaklaşmıştı. Sol kanadımızdan Fransız birlikleri taarruza başlamışlardı. Düşman taarruz öncesinde Türk siperlerini acımasızca dövüyor ardından saldırıya geçiyordu. Fransızlar da öyle yaptılar. Önce sağanak sağanak top gülleleri, havada uçuşan şarapnel parçaları ve ardından düşman saldırısı. Mehmetçik yek vücut karşı koydu bu hayasızca akına. Fransız askerleri püskürtülmüştü. Fransızların ardından bu kez de İngilizler sağ taraftan saldırıya başladılar. Onlarda öncelikle şiddetli bir topçu ateşine tuttular siperleri. 15 Haziran tarihinde büyük bir taarruz harekatına giriştiler. Bu harekatta başarılı da oldular. Sağ kanadımız yarılmış, İngiliz askerleri 2 km kadar içeriye girmişlerdi. Durum bir hayli kritikti. Ya geri çekilecektik ya da her şeyi göze alarak son nefesimize kadar düşmana karşı dayanacaktık. Önemli bir emrin karar aşamasında bakın neler yaşandı ve bu hayati emri kimler, nasıl bir durumda ve neleri göz önüne alarak verdiler. Derviş Paşa'nın oğlu, Kurmay Yüzbaşı Kemal Bey de o günlerde cepheler arasında koşuşturanlardan biriydi. 2. Tümen içinde kah ileri hatlara kadar gidiyor, askerleri ile omuz omuza mücadele veriyor, kah geri hatlarda durumu kontrol ediyordu. Savaşın ölüm kalım anı denilebilecek 21 Haziran gününde, Tümen komutanlığından gelen bir emirle ileri siperlerin durumunu incelemeye yollandı. En uç kısımlarda dolaşıyor, askerlerinin ve siperlerinin durumunu gözlemliyordu. Kurşun yağmur gibi yağmaktaydı. O sırada elinden yaralandı fakat yarasına aldırmayarak işine devam etti. Tam tepelerinde top mermileri patlıyor, kocaman şarapnel parçaları dört bir yana dağılıyordu. İşte ne olduysa o anda oldu ve bir şarapnel parçası Yüzbaşı Kemal Bey'in tam kasığını parçaladı ve geçti. Yara bir hayli ağrıdı. Doktorlar Kemal beyin derhal ameliyat edilmesini istediler. Askerlerinin kollarında ameliyat mahalline götürülürken kendine geldi. - Beni nereye götürüyorsunuz?, diye sordu. - Sargı yerine efendim, dediler. - Beni hemen tümen karargahına götürünüz, diye üsteledi. İtaatsizlik edemezlerdi çünkü emri veren yüzbaşılarıydı. Yüzbaşı Kemal Bey'i derhal Tümen karargahına götürdüler. O sırada karargah çadırında şiddetli bir tartışma yaşanıyordu. Önce Fransızların ardından İngilizlerin taarruzları ile ön siperler perişan bir duruma gelmişti. Hele İngilizlerin 2 km kadar içeriye girmeleri durumu daha da vahim bir hale getirmişti. Yüzbaşı Kemal Bey çadıra getirildiği sedye içerisinde âdeta yaralarının acısını unutmuş, bu şiddetli tartışmanın sonucuna kulak kesilmişti. Derken subaylardan biri ilk hattaki siperlerin boşaltılmasını önerdi. Bu öneri çadırda yankılanır yankılanmaz yaralarından oluk gibi kan akan ve bunun tesiriyle yüzü gözü sararmış ve solmuş olan ve adım adım ölüme yaklaşan Kemal bey dirilir gibi oldu. Başı sedyeden yükseldi ve haykırarak; - Aman geri çekmeyin, sakın cepheyi geriye almayın! diye seslendi. Tartışma devam ediyordu. Az sonra bir başka subay Kerevizdere mevkiinin kritik durumundan bahsederek, askerlerin dayanamayacağından bahsetti ve orası için bir çekilmenin söz konusu olup olamayacağını sordu. Sedyeden yine bir haykırış yükseldi. - Dayanır. Daha sonra yanında bulunan neferlerden birine; - Bir ezan okur musun, dedi. Kemal Beyin bu emri üzerine asker yüksek sesle ezan okumaya başladı. Ezanın her namesinde çadırın içindeki hava daha bir ulvileşiyor, çadırdakilerin gözlerinin kenarlarında damlacıklar birikiyordu. Ezan sesinin en yüksek tınısına çıktığı o demde artık çadırda ağlamayan bir tek göz kalmamıştı. O güzel baş sedyeden bir kez daha yükseldi. Arkadaşlarına döndü ve - Bu nidanın yok olmasını ister misiniz? Ey aziz kardeşlerim, diye sordu. - Hayır elbette hayır, diye cevap verilince; - Öyleyse hazırlanın ve sakın cepheyi geriye çekmeyin, dedi. Karargah çadırında karar verilmişti. Hiçbir siperde geri çekilme harekatına girişilmeyecek, eldeki topraklar son askerimize kadar savunulacaktı. Yüzbaşı Kemal Bey, bu karar sonrasında başını huzur içinde yeniden sedyesine indirdi. Az önce vatan müdafaası ve buraları düşmana kaptırma endişesi ile iri iri açılan gözler şimdi yeniden kapanmıştı. Çevresindeki askerler telaşla sedyeyi sırtlandılar ve sargı yerine doğru yollandılar. Yüzbaşı Kemal Bey çok kan kaybetmişti. Her geçen saniye sanki bu dünyadan biraz daha kopuyordu. Ama bu kopuş bir ayrılık değil, O'nun için En Güzel'e doğru bir seyahatti. Soğanlı Dere'nin üstünden Behramlı köyüne gelmişlerdi. Kemal Bey iyice ağırlaşmıştı. Derken yanındakilere işaret etti. Durdular. İşaretle bir yudum su istedi askerlerinden. Az önce ezan ve vatan sevgisiyle haykıran bu mübarek dudaklardan şimdi son cümleler dökülüyordu; "Ey Rabbim beni Müslüman olarak öldür ve Salih insanların arasına dahil et." Askerlerinin kollarındaki bu mübarek şehit Havuzlar Bölgesine getirildi. Burada 9 tane daha şehit gömülmek için bekliyordu. Yüzbaşı Kemal Bey ve Anadolu'nun dört bir yanından gelen diğer şehitler buraya dualarla defnedildiler. Onlar, yıllardır aradıkları güzeller güzeline toprağın bağrında kavuşmuş olarak akşamlarken, Yüzbaşı Kemal Bey'in ısrarı ile alınan karar çerçevesinde, siperlerini bırakmayan Mehmetçikler, destan üzerine destan yazmaktaydılar. Düşmanın ardı arkası gelmez taarruzu kırılmış ve birlikleri püskürtülmüştü. Türk askeri bir adım bile gerilememişti. İşte Mehmet Akif'e, Bedr'in aslanları ile Çanakkale kahramanlarını kıyaslatan şanlı örneklerden biri. Gelelim İnsan güzeli Yüzbaşı Kemal beyin davranışları ile bizlere hatırlattığı şanlı sahabeye. Bakalım O'nu konuştuktan sonra bu iki insan arasında siz fark görebilecek misiniz? O da bu güzel davaya gönül vermiş olarak Hz. Peygamberin yanında yerini almıştı. Bedir, Uhud, Hendek derken hemen bütün muharebelerde bulunmuş ve hep güzel dini adına ölümü kollamıştı. Ama ne yazık ki aradığı hiçbir yerde maksuduna erememişti. Hz. Peygamberin vefatından sonra da bu adetini sürdürdü. Nerede bir fedakârlık bekleniyorsa O, muhakkak oradaydı. Zaten bir Ensar olarak o ve topluluğu Hz. Peygamberin indinde fedakarlığın simgesi olmamışlar mıydı? Muhacirler aç ve yokluk içindeyken onlara kapılarını açmamışlar mıydı? Hz. Ebu Bekir döneminde yalancı peygambere karşı yapılan seferde de bulunacak, orada da her köşe başında Allah yolunda ölümü arayacaktı. Hz.Ömer'in oğlu Abdullah'ın anlattığına göre, savaşın en çetrefilli bir zamanında O'nu ağır yaralı bir vaziyette çadıra getirmişlerdi. Üzerine bir örtü örtülmüştü. Âdeta ölümü bekleniyordu. O sırada dışarıdan bir nida duyuldu. Bu ses düşmana karşı savaşan birlikleri toplamaya çalışıyor ve Ensara sesleniyordu. - "Ey Ensar topluluğu, Huneyn'de olduğu gibi bir kere daha toplanın." diyordu. Bu sesi duyan Ebu Akil yattığı yerde, örtünün altından hortlar gibi olmuştu. Daha yanındakiler müdahale bile edemeden O, çoktan çadırdan çıkmış ve düşman saflarına dalmıştı. Hz.Abdullah O'nu savaş sonunda buluyor ve diyor ki -" O'nu buldum. Üstü başı yara bere içindeydi. Âdeta kütükteki et gibi doğranmıştı. Yanına yaklaştım hâlâ yaşıyordu. Ama sadece bir soluk kalmıştı. Bir şey söylemek istiyordu. Kulağımı ağzına yaklaştırdım. Son soluklarını kullanarak şöyle dedi. "Kim galip, kim mağlup." İşte onun derdi oydu. Son nefesinde bile kendi durumunu değil, davasının muzafferiyetini düşünüyordu. BEDR'İN ÇANAKKALE'DEKİ AYNASI; HÜSEYİN* Çanakkale Savaşının hangi sayfasını çevirirseniz çevirin karşınızda sahabe misal insanlar görecek ve onların temiz ahlaklarına imrenmekten kendinizi alamayacaksınız. İşte şimdi karşınıza yine böyle pak bir simayı çıkarıyoruz. Yer sargı yeri ve cephede yapacağı tüm kahramanlıkları sergiledikten sonra elinde kalan bir tek canını da vermekten çekinmezcesine kendisini öne atan ve aldığı ağır yaralarla sargı yerine getirilen Hüseyin'imizin yanındayız. Etraf yaralılarla dolu. Vücudundan oluk gibi kan akanlar, kolu bacağı kopmuş bir şekilde sürünenler, inleyenler ve daha neler… Hüseyin'i de onların arasına bırakıyorlar. Sessiz sakin etrafı süzüyor. Durumunun ümitsiz olduğunun o da farkında. Çevrede hastaların etrafında, onlara yardım etmek için çırpınan insanlar var. Ama bazı hastaların durumları o kadar feci ve içler acısı ki ellerinden bir şey gelmiyor. Az sonra yemek dağıtılmaya başlıyor. Yemek dediysek de bu kupkuru bir parça ekmekten başka bir şey değil. Çevredeki tüm yaralılara verdikleri gibi Hüseyin'in yanına da geliyor ve bir parça ekmek uzatıyorlar. Önce alıyor ekmeği. Kim bilir kaç gündür aç. Kaç gündür bu ekmeği hayal etmekte. Hırsla değil, Allah'a büyük bir şükranlık içinde ekmeği ağzına götürüyor. Tam o sırada duruyor. Ekmeği geri çekiyor ağzından ve yanında duran Mehmetçiğe geri veriyor. Ekmeğin geri iade edildiğini gören asker arkadaşları kendisine ekmeği yeme konusunda ısrar ediyorlar. Bunun üzerine onlara, duyulduğunda insanın tüylerini diken diken eden şu sözleri söylüyor: "Kardeşlerim! Bu ekmeği benim yemem doğru değildir. Ben nasıl olsa birazdan işe yaramadan öleceğim. Alın bunu, gavura karşı çarpışacak yiğitlere yedirin de ekmek boşa gitmesin." İşte Çanakkale'den bir ruh tablosu. İşte inanmış bir gönlün fedakarlığı. İşte kainat durdukça türküsünü söyleyeceğimiz yiğitler. Gelin şimdi başka bir tabloya daha bakalım. Ve kıyaslayalım ikisini. Acaba aralarında fark görebilecek miyiz? Şimdi Mehmet Akif'in şiirinden yola çıkarak Çanakkale şehitleri ile kıyaslama yaptığı Bedr'in aslanlarının yanlarına gidelim. Tam Bedir kuyularının civarına. Yıl 623 ve bizler tam Bedir Savaşının ortasındayız. Savaş sona ermek üzere. Mekkeli müşrikler büyük bir yenilgiye uğramışlar. Kimi kaçıyor, kimi esir edilmiş bir durumda. Meydan müşriklerin cesetleriyle dolu. Aralarında çok nadir de olsa sahabelerde var. Onların aralarında dolaşan ve yaralı olanlara yardım etmeye çalışanlarda bir oraya bir buraya koşuşturuyorlar. İşte onlardan bir tanesi vücudundan kan akan bir yaralının o müthiş yangınlığını bilmenin verdiği tecrübe ile eline ibriği almış, su verecek yangın bir sine arıyor. Derken bir cenahtan "su" diye bir yakarış duyuyor. Koşuyor oraya ve tam yaralıya su verecekken bir başka taraftan su diye başka bir inleme duyuluyor. Su vermeye çalıştığı yaralı suyu kabul etmeyerek sesin geldiği diğer tarafı gösteriyor. Suyu getiren kişi çaresiz o yöne gidiyor. Tam ikinci kişiye su verecekken bu kez başka bir taraftan yeni bir su nidası daha duyuluyor. Su vermeye çalıştığı kişi ağzını kilitlemiş diğer yönü gösteriyor. Hemen üçüncü kişiye koşuyor su taşıyan kişi. Fakat bir de bakıyor bu kişi ölmüş. Hemen diğerine koşuyor. Bakıyor ki o da Allah'a kavuşmuş. Bari diyor ilk geldiğim kişiye yetişeyim. Ama nafile ona da yetişemiyor. Elinde su ibriği öylece kala kalıyor. Ve bir destan bu şekilde tablolaşıyor. Asırlarca insanlığın şeref levhalarından biri olarak kalsın ve ona bakanlar kendilerine çeki düzen verebilsinler diye. * TRT Çanakkale Özel Programı Fazıl Hüsnü Dağlarca, Üç Şehitler Destanı |